Sessizliği Kırmak: Travmayı Konuşmanın ve Tanıklığın Gücü

Travma, özellikle de cinsel taciz ve istismar gibi kişinin beden bütünlüğünü ve öznel varoluşunu sarsan yaşantılar, yalnızca bedende değil, ruhun en derin katmanlarında iz bırakır. Bu tür deneyimler çoğunlukla, kişinin kendilik algısını, başkalarıyla kurduğu bağı ve dünyaya olan temel güvenini kökten zedeler. Geriye çoğunlukla utanç, suçluluk, yalnızlık ve değersizlik gibi, taşınması oldukça ağır hisler bırakır.

Böyle bir yaşantı sonrasında duyulan derin ruhsal acıyı söze dökmek kolay değildir. Kişi, çoğu zaman bu yoğun duyguların ağırlığı altında yaşadıklarını dile getirmekte zorlanır. Konuşmak, yeniden incinme ihtimaliyle yüzleşmek gibi gelebilir. Oysa travmanın söze dökülememesi, acının yalnızca kişinin içinde hapsolmasına değil, aynı zamanda zamanla farklı katmanlara yayılıp daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açar. Söze dökülemeyen travmatik deneyimler zihinde ve bedende donup kalır; işlenemez, anlamlandırılamaz ve kişinin yaşam öyküsünün bir parçasına dönüşemediği için ruhunda, benliğinde yarılmalar yaratır. Travma dile gelmedikçe, kişi kendi yaşantısının yabancısı haline gelebilir; bedeniyle, duygularıyla ve çevresindekilerle kurduğu bağlarda kopukluklar yaşayabilir. Nihayetinde sessizlik, travmanın ağırlığını daha da arttırır: yanızca acıyı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda kişinin dünyayla bağını zayıflatır ve onu içsel bir yalnızlığın içine daha da fazla hapseder.

Peki neden kişi, kendi iradesi dışında maruz kaldığı bir olaydan ötürü suçluluk ve utanç hisseder?

Çünkü, özellikle cinsel travma, özne ile suç arasındaki sınırları bulanıklaştırır. “Bu benim başıma geldiyse mutlaka bir nedeni olmalı” düşüncesi bilinçdışında filizlenir. Bu boşluğu çoğunlukla suçluluk ve utanç hisleri doldurur; sanki kişi, yaşadığı ruhsal acı üzerindeki kontrolsüzlüğünü böyle açıklamaya ve bu acı üzerinde bir nebze olsun kontrol kazanmaya çalışıyor gibidir. Bu, yanıltıcı da olsa, yaşananlara bir tür anlam verme çabasıdır. Kişi, başına gelenin dışsal ve haksız niteliğini kabullenmektense, acıyı kendi içine yerleştirerek açıklamayı tercih eder; çünkü bu, kişiye en azından görünürde bir kontrol ve mantık sunar. “Benim yüzümden oldu” demek, “hiçbir kontrolüm yoktu, tamamen savunmasızdım” demekten çoğu zaman daha katlanılabilir gelir. Ancak bu kontrol yanılgısı da kişinin ruhunu yaralar; bunun yarattığı suçluluk ve utanç, hem kişinin benliğine zarar verir, hem de acının paylaşılmasını daha da zorlaştırır.

Yaşanan acıyı sözcüklere dökmek mümkün olduğunda ise bir şeyler değişir. Söze dökülen yaşantı, artık sadece zihinde tekrar eden bir kabus olmaktan çıkar; bir temsil kazanır ve başka birinin tanıklığında yeni bir anlam bulur. Tanıklığın gücü de burada ortaya çıkar: Dinleyen birinin varlığında söze dökülen acı, artık yalnızca kişinin içinde dönüp duran bir yük olmaktan çıkar; paylaşılabilir, anlaşılabilir ve ruhsal olarak işlenebilir bir deneyime dönüşür. Bir başkası tarafından görülebilen, duyulabilen ve taşınabilen hikaye, artık sadece “benim başıma gelen” değil, aynı zamanda “başkasıyla birlikte anlam verilen” bir yaşantıya evrilir. Bu süreç, kişinin hem kendisiyle hem de dünyayla bağlarını onarırken, aynı zamanda sessizliğin yarattığı donukluğu çözerek hayatın akışına yeniden katılmasına fırsat verir.

Psikoterapide ise bu süreç, danışanın kendi hızında ve hazır olduğu ölçüde yaşanır. Güvenli bir terapi ilişkisinde, kişi en kırılgan duygularını bile ifade edebileceği bir alan bulur. Terapistin yargılamadan, sabırla ve empatik bir şekilde sunduğu tanıklık, kişinin taşıdığı suçluluk, değersizlik ve utanç duygularının ağırlığını hafifletir. Söze dökülen duygular, artık tek başına taşınan bir yük olmaktan çıkar; terapötik ilişki içinde paylaşılabilir, anlamlandırılabilir ve dönüştürülebilir hale gelir. Bu süreç, kişinin kendi hikayesinde pasif bir kurban olmaktan sıyrılmasına, hikayesinin öznesi, anlatıcısı ve hatta yeniden kurucusu haline gelmesine imkan tanır. Özneliğini geri kazanan kişi, yalnızca kendi sesini bulmakla kalmaz; aynı zamanda içindeki yaratıcı, onarıcı kuvvetle de yeniden temas eder. Bu temas, travmanın bıraktığı donukluğu çözerek yaşamla yeniden bağ kurmayı, umut ve canlılığı yeniden hissedebilmeyi mümkün kılar.

Öte yandan, söze dökebilmek ve tanıklık yalnızca bireysel iyileşmeyi sağlamakla sınırlı kalmaz, aynı zamanda toplumsal dönüşümün de kapısını aralar. Bir kişinin sessizliğini bozması, başkalarına da kendi hikayelerini dile getirme cesareti verir. Kendi sesini bulan her birey, başkalarının da seslerini bulabilecekleri bir alan açar. Bu süreç yalnızca bireyleri değil, toplumu da dönüştürür ve daha onarıcı, güvenli bir toplumsal bağın filizlenmesine olanak tanır.

Bu nedenlerle, travmayı dile getirebilmek, daha doğrusu, bunun yapılabileceği güvenli ilişkiler ve bağlara kavuşabilmek, sessizliğin ve yalnızlığın zincirlerini birlikte kırmayı, acıyı birlikte taşımayı ve anlamlandırmayı, aynı zamanda insanın içindeki yaratıcı kuvveti birlikte harekete geçirmeyi mümkün kılar. Böyle bir süreç, yalnızca bireyin ruhsal iyileşmesinin değil, toplumsal onarımın da merkezinde yer alır; iyileşmeyi, güçlenmeyi ve yaşayan özneler olarak var olmayı mümkün kılar.

Yazar: Klinik Psikolog Pelin Ulutaşlı


Yazar Hakkında:

Klinik psikolog ve psikoterapist. Çocuklar, ergenlik çağındaki gençler ve yetişkinlere yönelik psikoterapi ve ebeveynlere yönelik danışmanlık hizmetleri sunar.

Paylaşmak için:

İletişim:
  • +90 216 407 1222 / +90 532 061 6222
    Ethem Efendi Cad. No:31 Sim Apt. D:2
    Erenköy Kadıköy İstanbul
Çalışma Gün ve Saatleri:
  • Pazartesi - Cuma: 10:00 - 20:00
    Cumartesi - Pazar: 11:00 - 18:00

Copyright © 2025. Bu sitede yer alan hiçbir yazılı ve görsel içerik izinsiz paylaşılamaz, tümünün hakları saklıdır.